Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    Kılıç Ali anlatıyor; Gazi'nin son günleri

    Seheryeli
    Seheryeli
    ADMIN
    ADMIN


    mesajlar mesajlar : 20179

    Doğum tarihi : 01/04/65
    Kayıt tarihi : 05/12/08

    yen Kılıç Ali anlatıyor; Gazi'nin son günleri

    Mesaj  Seheryeli 17.10.09 5:44

    Kılıç Ali anlatıyor; Gazi'nin son günleri

    Gözyaşları Arasında Kılıç Ali Anlatıyor: Son Günleri

    Kılıç Ali anlatıyor; Gazi'nin son günleri Kilialle

    Giriş
    Genç bir gazeteci olarak 6O’lı yılların başında Tercüman, Akşam, Son Havadis ve Cumhuriyet gazeteleri için birçok ünlü ile röportajlar yaptım. Onların gazete sayfalarında kalmış olması beni daima üzmüştür. Yakın tarihimizin konularıyla ilgilenenlerden biri bu röportajları birleştirip kitaplaştırırsa telifi anamın ak sütü gibi helaldir.

    1963 yılına ait Tercüman Gazetesinin 10 Kasım Özel ilavesi içinde yer alan Gözyaşları Arasında Kılıç Ali Anlatıyor: Son Günleri adlı söyleşi…

    Kaşlarını kaldırdı, başını eğdi, gözlüklerinin altından uzun, dalgın baktı:
    - Atayı mı anlatayım? Hangisinden başlayayım bilmem ki?.. Hepsi birer roman olacak binlerce hatıramız var...
    - Bilhassa hastalığını ve son günlerini... Son kelimeleri ağzımdan kaptı.
    - “Son günlerini”... Bir hıçkırık lafımı yarıda kesti mavi gözlerinden süzülen yaşlar kızaran yanaklarından süzüldü. Lacivert ceketinin cebinden çıkardığı, lacivert çizgili mendiliyle gözlerini silerken, dedi ki:
    - Ben zaten talihsiz bir adamım. Hepsinden sonra kaldım. Onlar benden önce...
    - Kusura bakmayın hatıralarınızı canlandırdık, sizi üzdük!.
    - Hayır, hayır... Ben her sene bu aylarda tuhaf olurum. Neşem kaçar, canım yemek istemez. Hiç bir şeyden zevk almam... Onu düşünmekle, geçmişi anmakla teselli bulurum.
    - Atamızın hastalanışında tabiî yanındaydınız! Bu acı olay nasıl anlaşılmıştı?
    Gözlüklerini düzeltti, notlarına tekrar göz gezdirdi. Kılıç Ali... Göztepe’de ki köşkünün çalışma odasının duvarlarında, Cumhuriyet Türkiye’sini 40 yıldır idare edenlerin, (Pek sevgili Kılıç Ali‘ye İsmet İnönü) gibi kendi el yazılarıyla ithaflı resimlerinin yanısıra ******’ün yirmi kadar fotoğrafı asılıydı. Çoğunda beraberdiler. Bunlara baktığımızı görünce:
    - Beni yanlarından hiç ayırmazlardı, diye başladı söze.
    - Son senelerde bir halsizlik gelmişti, yürümekten kaçınıyor, en kısa yerlere bile araba ile gidiyordu. Son Tarih Kurultayında, özel dairelerinden, sarayın içindeki konferans salonuna kadar, 100 m. yeri bile araba ile gitmişlerdi...

    Bu hâl hepimizi üzüyor, fakat hastalanacağına ihtimal vermiyorduk... Hiç unutmam 1938 yılı Şubat ayında ansızın verdikleri bir kararla, banyo için Yalova’ya gitmiştik.
    Yalova Kaplıcaları Müdürü Doktor Nihat Reşat (Belger) Bey, her yıl olduğu gibi Ata’yı muayene edince karaciğer büyüklüğü teşhis etti. Hâlbuki Nihat Reşat Beyin bir yıl evvelki son muayenesinde hiç bir arazı çıkmamıştı. Bu durum hepimizin endişesini açığa vurdu. Prof. Dr. Neşet Ömer acele Yalova’ya getirildi. O da karaciğerin dört parmak büyümüş olduğunu tespit etti.
    Bizim doktorlardan sonra Fransa’dan getirilen Prof. Fijence’nin başkanlığında yapılan konsültasyon sonunda aynı teşhis konmuştu. Buna göre hazırlanan raporda, Ata’nın günde 23 saat arka üstü yatarak dinlenmesi lâzımdı. İçim yanarak söyleyeyim ****** bunlara katiyetle iltifat etmediler...
    Doktorların tavsiyelerine aykırı olarak 19 Mayıs 1938 de Mersin ve Adana’ya yaptığı seyahat onu pek yormuştu. İstanbul’a dönüşte Florya köşkünde dinlenmek istediler. Fakat akşamüstü kararları değişti:
    - Saraya dönelim, buyurdular. Hareket ettik, Bakırköy’den geçerken göğsüne bir sancı girdi... Öyle acısı vardı ki arabayı durdurmuştu. Dolmabahçeye gelince kollarından tutarak kendisi için özel yaptırılan asansörle odasına çıkardık. Derhal Neşet Ömer’e haber verildi... ******’ü muayeneden sonra Profesörün yüzü asılmıştı.

    Kılıç Ali anlatıyor; Gazi'nin son günleri Kili

    - Ata’nın şişmanlamalarını gayri tabiî buluyor musunuz? diye sordum.
    - Evet, dedi. Yağmurdan evvel havanın kapanması gibi... Ve ilk defa o zaman hastalığının “SİROZ” olduğunu, karnının su toplamak üzere gazlarla şişmeğe başladığını, gizlice söyledi...
    O gece Salih Bozok’la benim yanımda ****** Profesöre sordular:
    - Bu şişin sebebi nedir?
    Rahmetli Neşet Ömer müşkül durumda kalmıştı. Kızardı. Hastalığı tevile çalıştı...
    - Barsaklarda ödem var. Bunlar su toplar... Arka üstü yatarak önüne geçilmesi kabildir, efendim.
    Ata, bunun üzerine, uzun bir (Yaaa!...) çektiler...
    Bu amansız hastalık 1 Haziranda ******’ü yatağa düşürdü. Deniz üstü daha eğlenceli olur diye sarayın önünde demirleyen Savaronaya naklettiler. O günlerde Profesör Fijence tekrar Fransa’dan geldi. Fakat hastayı bu defa, daha ağır buldu.
    ******’ün Savarona’da geçirdiği günlerde bizleri yanından hiç ayırmamışlardı.
    Sonra karaya çıkış pek hazin oldu. Gece yarısıydı. Vazifeli memurlar sahilden uzaklaştırılmışlardı. Buna sebep Atayı sedye ile naklederken etrafa göstermemekti. Fakat buna asla müsaade etmediler.
    Bir hasır koltuğa oturdular. Sağından ben, solundan muhafız kıtası kumandan İsmail Tekçe Paşa, arkasından taharri memuru Faik Bey tuttuk, ****** ellerini omuzlarımıza koymuştu. Bir yandan da eli Atanın nabzında Prof. Neşet Ömer bizi takip ediyordu. İstanbul motörüne indik. Oradan da sahile çıktık.

    Sarayda, katına çıkınca, eski çevikliğiyle ayağa fırlayan ******, hepimizin gözlerini yaşartarak odasına yürümüş, kapıyı açıp, yatağına uzanmış ve:
    - Oh... Dünya varmış! Buyurmuşlardı...
    Odasının yanındaki küçük salonda Salih Bozok, Başyaver Celâl Bey, kâtibi umumî Hasan Rıza Soyak, İsmail Hakkı Paşa ve ben günde altışar saatle başucunda nöbet tutuyorduk.
    Salı sabahı nöbetçi Doktor Avrevaye ile salonun penceresi önünde otururken, beraber Mehmet telâşla geldi. ******’ün tekrar fenalaştığı, kusmağa çalıştığını söyledi. Derhal yanına koştuk... Yattığı yerden doğrulmuş, kusmağa çalışıyor, muvaffak olamıyordu. Ter içinde kalmıştı.
    Bir aralık bize bakıp, sordu.
    - Saat kaç?
    Hasan Rıza:
    - Saat yedidir efendim.
    Bu sual cevap, böylece üç defa tekrarlandı. Anladığıma göre, Ata, karşıdaki saati görüyor, fakat kendini kaybedip kaybetmediğini anlamak için soruyordu.
    Bundan sonra kendisini yatağa atıp, titremeğe başladılar. Nabzına bakan Neşet Ömer sordu:
    - Dilinizi göreyim efendim, dedi.
    Dilini çıkarıp gösterdi... Sonra, farklı bir yöne bakarak:
    Ve aleykümselam, dedi. Gözlerini kapattı. Kendini kaybetti.
    Bu hastalığın başından beri girdiği komaların en ağırı oldu. Artık bizleri tanımıyordu. 9 Kasım gecesi nabzı 132, teneffüsü 33’tü.
    Kılıç Ali sözünün burasında durdu. Yutkundu... Ulu önderin ölümünün 25. yılında o anları sanki baştan yaşamağa başlamıştı. Gözlerini silerek, kesik, yorgun anlatmağa devam etti:
    - Sabaha kadar yanından ayrılmadık. Saat sekiz sularında boğazı (Gıy-Gıy) diye ötmeğe başlamıştı. Meşum saatin yaklaştığını, onu kaybedeceğimizi hissediyor, ama inanamıyorduk. Çılgına dönmüştük. Bileklerini ovuyorduk.
    Birden gözlerini açıp, taşlarını bizlere tevcih buyurdular. Mavi gözleri dalgındı. Sonra tekrar eski yerine çevirip kapadılar.
    Bu defa ebediyen aramızdan ayrılmak üzere yummuştu gözlerini derken yine ağlıyordu Kılıç Ali.
    Ölümünün 25. yılında ******’ün ardından ağlayan sadece dostu, mücadele ve fikir arkadaşı Kılıç Ali, değildi; bütün bir milletçe, hattâ Arjantin’den, Pakistan’a, düşünerek yaşayanlar dünyaca onun yokluğuna ağlıyorduk... Yasını tutuyorduk, her sonbahar, yaprak yaprak, yağmur, toprak.


    Kaynak : Sezen Cumhur Önal
    ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 63, Cilt: XXI, Kasım 2005

      Forum Saati 09.05.24 22:15