Başlangıçtan Günümüze Patrikhane Dosyası
Süreyya Özyurtkan
Avukat Araştırmacı Yazar
Yine Balkan Harbi zamanında, Rum kiliselerinde papazlar Beyoğlu’nun Rum fahişelerine şu öğütleri vermişler: “Ebedî düşmanımız Türklerin ordusunun kuvvetinin kesmek için Türk askerlerine frengi hastalıkları aşılayınız. Tanrı bu suretle günahlarınızı affeder. Hem de millî bir vazife yaparsınız.”
İkonomos Mektebinin 1884 yıl programında Türkiye’yi yıkmaya esaslar:
1. Türkleri ezelî bir düşman olarak tanıtmak,
2. Türklerin en ufak hatalarını büyüterek Avrupa’ya duyurmak, medenî âlemi Türklere düşman etmek,
3. Türkleri iktisaden çürütmek, bunun için zengin Türkleri sakat ticaret yollarına götürmek, bol faizli krediler açmak, ağır şartlarla rehin kabul etmek,
4. Türk Milletini ahlâk, milliyet, din ve gelenekleri bakımından çürütmek. Bu hususta:
a) Küfürler öğretmek, küfrü Türkler arasında yaymak, lâubalileştirmek.
b) Türkleri zinaya, diğer ahlâksızlıklara teşvik etmek.
c) Türk gençlerine apaş-külhanbeyi ruhu aşılayıp Türk geleneklerini çürütmek. Gençler arasında kabadayılık ruhunu yayarak, sevgi, saygı bağlılıklarını kırmak. Onları birbirine düşürmek. Millî terbiyeyi yok etmek.
d) Argoya benzer bir küfür dilini Türkler arasında yayarak millî dil ve duyguyu bozmak.
e) Türkleri dinî bakımdan sarsmak. Hocalar papazlara sokulmazlar. O hâlde onları Rum zenginler, tüccar, esnaf vasıtası ile elde etmek. Bol hediye veresiye vermekle elde etmek;
f) Hocaları içkiye alıştırmak;
g) Hocaların her türlü uydurma inançlara saptırmak,
h) Hocalara yalan yanlış vakalar anlatıp, Türk kadınların açık saçık gezdikleri; Türk erkeklerinin Rum kadınlarını rahatsız ettiklerini söyleyerek Türk ahali ile hocaların arasını açmak, Rum halkına verilen mukaddes vazifedir.
---
YUNAN HAYRANLARINA İTHAF OLUNUR!
1821 İhtilâlinin, Türk-Yunan ilişkilerinde önemli bir yeri vardır. Türklerin problemleri, Yunanlıların ayaklanması ile birlikte başladığı için, İhtilâl ortamını, üçüncü bir kaynaktan değerlendirmeyi daha uygun gördüm. Bu konudaki Türk kaynakları yetersiz. Yunan kaynakları ise gülünç denecek kadar tek taraflı. Yunan propagandası, 1821 ihtilâlini öylesine ustalıkla işledi ki, dünya kamuoyu kandırıldığını henüz anlayamadı.
Yunanistan, gerçeği açığa vuran kaynakları ortadan yok etti, yerine kendi hazırladığı ya da yabancı dostlarına hazırlattığı düzmece sahte kaynaklar koydu. Yunan ihtilâlinin içyüzünü gün ışığına çıkaran yabancı kaynaklı kitaplar, Amerika, Fransa, Almanya, İngiltere kütüphanelerinden çalınmış,
kitapevlerindeki kopyaların tümü satın alınarak imha edilmiştir.
Yunanlılar aleyhlerine yazılmış kitaplara hiç tahammül gösteremezler bunlardan biri de David Howarth'in yazdığı “Greek Adventure”dir. Howarth, 1821 ihtilâlini yerinde izlemiş, İngiliz, İtalyan, Fransız, Alman subay ve gazetecilerin ülkelerine döndükten sonra yazdıkları kitap, makale ve günlükleri tek tek inceleyerek bu kitabı hazırlamıştı.
David Howarth'ın "Greek Adventure" kitabında okuduklarım beni tiksindirdi.
Bu kitabı bir Türk yazmış olsaydı, kimse okuduklarına inanmayacaktı.
Şimdi, 1821 ihtilâlinin nasıl patlak verdiğini, o günlerde neler olduğunu, "Greek Adventure"den okuyalım:
"Waterlo savaşları sırasında, Yunanistan, medenî dünyadan uzak, ilkel bir ülke idi. Yaşam, kiliseler, koyun ve keçi sürüleri ile bereketsiz, kurak topraklar üzerinde akıp giderdi. Avrupa'da yaşanan büyük olaylar, Yunanlıları hiç ilgilendirmez, halksa, köylerini çevreleyen dağların ötesinde neler olduğundan habersiz yaşardı.
Türkler, bu toprakları 350 yıl yönetmişlerdi.
Yunanistan, tarihi boyunca hiçbir zaman bir devlet olamamıştı. Eski Yunan zamanında da, birbirinden ayrı, kent devletlerinden oluşan bir ülke idi. Atinalılar, Ispartalılar, Kokentliler, Argoslar, Tepliler, bu topraklarda yaşayan kavimler olup, çoğu zaman birbirleri ile savaş durumundaydılar. Sonra İskender İmparatorluğu'nun bir parçası oldular. Daha sonra Romalılar geldi. Ve nihayet Bizans İmparatorluğu'nun bir vilayeti olmaktan öteye gidemediler.
Bu vilayet zamanla, Slavların, Doğu ve Güneyden gelen sayısız göçlerin istilâsına uğramıştı. 1204'de Haçlılar ordusu bu toprakları, Bizans'tan ayırıp parçalara böldü. Bu parçalar, hemen hemen Avrupa'nın bütün ülkelerine mensup Feodal Kontlar ve Baronlar tarafından yönetilmişti.
Türkler, 1453'de İstanbul'u fethettikleri zaman durum böyle idi. Ancak Türkler zamanla bütün Yunanistanı sınırları içine aldılar.
Bu yüzden, Yunanistan'da yaşayan insanlar, kendilerini hiçbir zaman bir milletin fertleri olarak hissedememişlerdir. Buna rağmen Yunanlı olduklarına inanıyorlardı, ama bu duygu millî ve ırkçı olmaktan ziyade dine dayanan bir inançtı. Bu insanlar için Yunanlı demek, Ortodoks Yunan kilisesinin bir üyesi demekti. Millî yurtseverlik, onların deneyleri dışında kalıyordu. Zaten onları yurtseverliğe bağlayacak bir şeye sahip olamamışlardı.
Yunanistan'ın dışında yaşayan Yunanlılar, kendilerinin özgür bir vatanları olması gerektiğine inanıyorlardı. Bunların çoğu Yunanistan'ı rüyalarında bile görememişlerdi. Türklere karşı ihtilâl yapmaktan söz edenler de bunlardı.
Avrupa'daki bazı Yunanlılar ise, İstanbul'u alıp, Hıristiyanlığın zaferini kutlamak için büyük emeller kuruyor, Rus çarının ve Avrupa devletlerinin kendilerini destekleyeceğine inanmıyorlardı. Aslında bütün bu hayallerin arkasında kuşkusuz yabancılar gizleniyordu.
Dış ülkelerdeki Yunanlılar, yabancı dostları ve Yunan kilisesi ile beraber, yüzlerce yıl önce olduğu gibi, dinsizleri temizlemek için bir Haçlı Ordusu kurmak ve Türklere karşı kutsal bir savaş açmak istiyorlardı.
1821 yılı yazında Yunanistan'da, Türklere karşı ihtilâl patlak verdi. Alev etrafı o kadar hızlı sardı ki, hiç kimse, ilk Türklerin nerede, niçin ve kimin tarafından öldürüldüklerini söyleyemez. Resmi kayıtlara göre ilk önderliği Kilise yaptı. Savaşın ilk nedeni, kutsal dini bir savaş olarak açıklanabilir.
Patras Piskoposu Germanos, Haçını havaya kaldırarak halkı silâhlanmaya çağırdı. Patras o günlerde zengin ve güzel bir şehirdi. Dış dünyaya açıktı. Burada Yunanlılarla birlikte bir hayli de Türk yaşıyordu. Türkler, dağlardan bir kalabalığın geldiğini duyunca, kendilerini korumak için, kentin kalesine çekildiler. Daha Piskopos Germanos ile ihtilâlciler şehre girmeden Hıristiyanlarla Müslümanlar caddeler de birbirlerini öldürmeye başlamışlardı. Rumlar, Germanos'u bir kurtarıcı gibi karşıladılar. Gelenler, Türklerin boş evlerini yağmalamaya başlamışlardı bile. İhtilâlciler, şehrin ana meydanına törenle bir haç diktiler. Liderlerinin ağzından çıkan tek söz "Hıristiyanlara barış, Konsoloslara saygı, Türklere ölüm" idi.
Durum Peloponez'de de aynı oldu. Bütün yarımadada Yunanlılar ayaklanmış Müslüman komşularını öldürmüşlerdi. Bunu belki Hıristiyanlık adına yahut özgürlük adına ve hepsinden daha fazlası, onları soymak, öç almak için kilisenin kıskançlığından yahut kişisel kinleri sonucu yapmışlardı. Bu katliamlar başladıktan sonra bir sebep aramalarına gerek kalmamıştı. Hepsi çılgınca kana susamışlar, bunun için öldürüyorlardı. O yılın Mart ayında Pelopones'de 25 bin Müslüman ailenin şehrin dışında yaşadıkları ve çiftçilik yaptıkları biliniyordu. Nisan ayında Paskalya şenlikleri yapılırken, bunlardan tek kişi canlı kalmamıştı. Cesetler, ilkbahar güneşinin ısıttığı topraklar üzerinde, tarlalarda çiçekler arasında terk edilmişti. Yaz sıcakları başlayınca, buralarda kuruyup çürüdüler.
Piskopos Germanos ile diğer kilise liderlerinin bu çılgınca soykırımları dehşet yaratmıştı. Savaş süresince Germanos'a daha başka liderler de katılmış ve bunlar birer kahraman gibi alkışlanıyorlardı.
Kolokotronis de köylülerin ve asillerin aradığı bir liderdi. İngiliz ordusuna at satarak zengin olmuştu. İngilizler hizmetlerine karşılık ona Binbaşı rütbesi vermişlerdi. Kolokotronis ihtilâl içindeki yerini aldığı zaman 50 yaşında idi, 6 bin kişilik özel bir birliği vardı. İlk savaşı fiyaskoyla bitti. 500 kişilik bir Türk süvari birliği tarafından bozguna uğratılmıştı. Kolokotronis adamlarıyla birlikte kaçtı. Hem de öyle hızlı kaçtı ki, silâhlarını bile bırakmıştı.
Savaşın aleyhlerine döndüğünü sezince kaçmak, Yunanlıların geleneği idi. Yunanlılar, Avrupa orduları gibi ne bir savaş düzenini benimsiyorlar, ne de düşmanla göğüs göğüse savaşıyorlardı. Savaşmak için önce kendilerini koruyacak siper arıyorlardı. Bu genellikle bir kaya oluyordu. Bulamazlarsa, kendileri taşlardan küçük bir duvar örerek arkasına geçip ateş ediyorlardı. Savaşırken, bağırarak düşmana ahlâksızca küfürler ediyor, aşağılıyor, alay ediyorlardı. Ateş ederken, silâhı kalçalarından tutuyor, tetiği çekerken de gözlerini yumup başlarını geriye çeviriyorlardı. Bu yüzden ancak birkaç kişiyi öldürebiliyorlardı. Tesadüfî bir kurşunla biri vurulup öldü mü, savaşı unutup vurduklarını soymak için yanına koşuyor, ceplerini boşaltıyor, sonra kafasını kesip gövdesinden ayırıyorlardı. İhtilâlcilerin ekonomik kaynakları şeflerinin yaptığı soygun ve yağmalardan oluşuyordu.
İhtilâlin başlamasından beş ay sonra Monenvasia şehri düştü. Bu kent ve kalesi denizden yükselen yalçın kayalar üzerinde kurulu idi. Kentte yaşayan Türkler asker, devlet görevlisi, tüccar ve bunların aileleri ile civar köylerden gelerek kaleye sığınmışlardı. Korkunç bir açlık hüküm sürüyordu. Yiyecekleri sadece deniz yosunları idi. Hatta bir insan cesedi ele geçirip kaleye getirmek için geceleri umutsuzlukla dışarı fırlıyorlardı.
Yunanlılara teslim olurlarsa başlarına gelecek felâketi biliyorlardı. Kaleyi kuşatan Yunanlı eşkıyalar, Türkleri boğazlamak, ırzlarına geçmek ve mallarını yağmalamak için sabırla bekliyorlardı. Yunanlılar, kale içindeki Türklere teslim oldukları takdirde canlarına dokunulmayacağını bildirdiler. Hatta papazlar, teslim olacakların gemilere bindirilerek Türkiye sahillerine bırakılacaklarını vaat etmişlerdi. Gemilere 500 kişi bindirildi. Bu 500 Türk hiçbir zaman ayaklarını karaya basmadılar ve ne oldukları hakkında hiçbir şey öğrenilemedi. Kalenin içinde kalan binlerce Türk ise, kapılar açılır açılmaz, Yunanlıların saldırısına uğradılar, öldürüldüler, malları yağmalandı.
Avrupa'da, "Yunan Mucizesi" diye duyurulan zaferin gerçek yüzüydü bu. Ancak, Avrupalıların inandığı anlamda, Yunan silâhlarının ve Hıristiyanlığın bir zaferi değildi.
Düşen ikinci kale Navarin idi. Türklere, teslim olurlarsa, Afrika sahillerine götürülüp serbest bırakılacakları vaat edilmişti. Türkler şartları kabul ettiler. Anlaşmayı yapan Yunanlı, bir İngiliz Albayına öğünerek; "Anlaşmanın tek kopyası vardı, onu da yırttım, artık hiç kimse hak iddia edemez.." demişti. Türkler, bu söze ya inandıklarından ya da başka çareleri kalmadığı için kalenin kapılarını açtılar. Yunanlılar bir anda içeri saldırdılar ve kentin 2 bin kişi olan bütün halkını boğazladılar. Katliamı gören bir papaz, kadınların nasıl çırılçıplak soyularak, deniz kenarına götürüldüklerini, orada nasıl ırzlarına geçilerek boğulduklarını, çocukların dövülerek veya kayalara çarpa çarpa nasıl öldürüldüklerini anlattı. Yunanlılar, kurbanlarının kol ve bacaklarını kesmekten büyük zevk duyuyorlardı. Aylarca sonra Navarin'e giden yabancılar, şehri saran leş kokusuna kolay alışamamışlar, köpek, fare ve kuşların hâlâ duvarların çevresinde kol ve bacakları kesilmiş cesetleri nasıl yediklerini görmüşlerdi. Yunanlılar ise gelen yabancılara, güçlerini göstermek için, öldürdükleri Türklerin sayısını ve nasıl öldürdüklerini anlatıyor, harabelerin içinde alıkoydukları kız ve erkek çocuklarını onlara ikram ediyorlardı. Yarı çıplak ve korkudan çılgına dönmüş çocukları cinsî arzularını tatmin için öldürmemişlerdi.
Yunanlıların, Tripolitsa kalesine saldırırken barbarlıklarına yirmi kadar Avrupalı tanık olmuştu. Bunlardan biri de İskoçyalı Albay Thomas Gordon idi. Albay aklı başında, tecrübeli ve dürüst bir askerdi ve Yunancayı iyi biliyordu. Tripolitsa da gördüğü olaylar o kadar dehşet vericiydi ki, utanç verici olayların, sonsuza değin bilinmesini istedi. Bugün bile olay tanıklarının anlattıkları öykülerin tekrarlanmaması daha iyi olur. Sanırım, bu kadarını söylemek yeterli olur. İki gün içinde, on bin Türkün yaşadığı şehirde tek canlı kalmamıştı. Bunların çoğu, kafası, kolları ve bacakları kesilerek öldürülmüşlerdi. Bu katliamdan sonra binlerce Yunanlı kendi ölçülerinde birer varlıklı kişi olarak yaptıkları soygundan elde ettikleri ganimetleri saklamak için köylerine dönmüşlerdi. Esirlerin değeri o kadar düşmüştü ki, artık kimse onları elinde bulundurmak istemiyordu. Ölüleri kimse gömmediği için, Tripolitsa şehrinde dayanılmaz pis bir koku her yanı sarmış, içme suları zehirlenmiş, kolera salgını baş göstermişti.
"Filotimo" Yunanca bir sözcüktür. "Haysiyetli" anlamına gelir. Yunanlılar için etnik bir unvandır. Yunanlı en azından yakın geçmişe kadar yaşamını iki ayrı yüzeyde sürdürdü. Bir tanesi hepimizin yaşadığı normal dünya, diğeri de hayallerinde yaşattığı idealler. Bunlardan ilki, yaşadıkları gerçekler, ikincisi kendilerinin yarattıkları hayal âlemiydi.
Gerçekte herkesin bildiği, gördüğü ve inandığı olayları bir Yunanlı kabul etmeyip, böyle bir şeyin hiçbir zaman olmadığını iddia edebilir. Örneğin, eşkıyaları yüceltip övdüren, onları soylu Yunan geleneklerinin koruyucuları yiğit şövalyeler düzeyine yükselten Yunanlıların bu karakteridir. Yoksa hepsi, millî kahraman olarak tanıtılan eşkıya ve korsanların gerçeğe, uyuz, pis, doymak bilmez, kaşarlanmış hırsızlar olduklarını deneyleri ile bilirler. Ne var ki bir Yunanlı için bu iki şey eş değerdir.
Bir Yunanlı "Filotimo”su söz konusu olunca gerçekleri hiçbir zaman olduğu gibi kabul edemez. Lord Byron'un dediği gibi "Yunanlılar gerçeği kavrama yeteneğinden yoksundurlar. Her Yunanlı, Yunanlılar hakkında abartılmış düşüncelere sahiptir."
Benim gibi açık düşünen her gezgin, onlara hayranlık duymaktan kendini alamaz. Bu belki de duyarlılığın bir sonucudur. Onların yumuşak başlılıkları karşısında kendimi Yunanlılara karşı borçlu hissettim, 150 yıl önce atalarını birden bire canavarlaştıran nedeni düşündüm. Bunun genel açıklaması yüzyıllar boyu Türklerin baskısı altında yaşamanın onlarda Türklere karşı duydukları nefret idi. Bundan dolayı öç almışlardı. Fakat bana kalırsa işin içinde başka nedenler var. Türklerin yönetimi bilindiği gibi kötü değildi. Nefret, canavarlaşmaya bir hoşgörü olamaz. Bence bunun nedeni düşünülenin tam tersiydi. Bir zamanlar Yunanlılar, Türkleri çok severlerdi. 350 yıl sürekli olarak onların etkisi altında kalmışlardı. Onları Türklerden ayıran tek şey kilise idi. Hıristiyan olmalarına rağmen, onlar batılıdan daha çok gelenek ve davranışlarında doğulu kalmışlardı. Ben bugün bile Türklerin etkisinden tam olarak kurtulduklarını sanmıyorum.
1821 İhtilâli döneminde, Yunanistan'da yaşayan yabancıların sayısı, parmakla sayılacak kadar azdı. Bu yüzden Avrupa ülkeleri Yunanistan'da neler olup bittiğini bilmiyordu. Yunanistan dışına gönderilen raporlar savaşa katılmamış, Atina'da yaşayan aydın romantikler tarafından hazırlandığı için, Yunanlıların ideallerine uygun ölçülerde kaleme alınıyordu. Bu yüzden, Avrupalılar Türkleri kınarlarken, barbarlık edenin ve katliamı başlatanın Yunanlılar olduğunu bilmiyorlardı. Bütün yabancı devletler, Yunanlıları, Osmanlı İmparatorluğu'nun vatandaşı olarak kabul ederken, Avrupa kamuoyu onları, İslâmlara karşı yiğitçe savaş veren Hıristiyanlar olarak alkışlıyordu.
Avrupalıların, Yunanlılardan yana olmalarının sebebi onların sadece Hıristiyan olmaları değil, aynı zamanda Yunanistan'ın tarihi idi. O zamanlar eğitim klâsik yöndeydi. Dil, felsefe ve eski Yunan güzel sanatları bu eğitimin temelini oluşturuyordu. Bu arada "Yunan dostları" diye tanınan bir zümre, Avrupalıların, Yunanlılar hakkındaki inançlarını yanlış yola çeliyordu. Bu "Yunan dostları", klâsik edebiyat bilginleri, idealistler, şairler ve bütün Avrupa'ya yayılmış tutucu ve romantik politikacılardan oluşuyordu. Bunlar, Yunanlıların hiçbir zaman akıllarından dahi geçirmedikleri yeni bir etnik anlayışı, çevrelerine yayıyorlardı. Bunlara göre Yunanlılar, eski Yunanlıların soyundan gelen onların zeki ve yiğitliklerini görünmez bir şekilde taşıyan insanlardı. "Yunan dostları" tam beş yıl bu hayal yolunda ölmekle kalmayıp, sürekli bu dava için büyük paralar harcadılar. "Yunan dostları"nın savundukları bu düşünce hiçbir zaman doğru değildi. Bugünün İngilizleri, Saksonlara ne kadar yakınsa, Modern Yunanlılar da eski Yunanlılara o kadar yakındır. Her iki milletin kanı binlerce yıldan beri süregelen göçler ve istilâlara karışmış sulanmıştı. "Modern Yunanlıların ataları", Türkleri saymasak bile, Romalı, Arnavut, Got, Venedikli ve Slavlardı.
Eski Yunan dehasının, Avrupa kültürünün temelini oluşturduğu kuşku götürmez, fakat bu daha Yunanistan'da hemen hemen unutulmuştu. Yunanlılar bunu anımsamak istemiyorlardı. Onlar geriye bakınca sadece Bizans İmparatorluğu'nu görüyor, onunla övünüyorlardı.
Yunanlı ihtilâlcilerin, Korentteki Türk garnizonunu ele geçirmeleri de, Yunan tarihi için kara bir lekedir. Kale, şehrin gerisindeki tepelerin üzerinde yükseliyordu. Kalenin muhasarası uzun sürdü. Kalenin içinde toplanan Türk aileleri açlık ve susuzluktan kırılıyorlardı. Yunanlılar Navarin ve Tripolitsa da olduğu gibi Türklere, kaleyi teslim ederlerse, gemilerle Anadolu sahillerine götürüleceklerini vaat etmişlerdi. Başka çareleri bulunmayan Türkler teklifi kabul etmiş, sahile gitmek için kaleden çıkınca, dehşet verici olaylara bir yenisi eklendi. Yunanlılar savunmasız halkın üzerine saldırıp, erkek çocuklar ve kızlar hariç hepsini boğazladılar. Onlara dokunmamalarının nedeni de ahlâksızlıkları ve satmak istemeleriydi.
Yunalıların bu kana susamış zalimce soykırımları, son derece budalaca idi. Brengeri adlı bir İtalya'nın, anılarında yazdığı gibi "Bir olay çok şeyi anlamaya yeter..". Brengeri, Korent'e giderken, şehre girmeden önce yolda bir öldürülmüş Türke rastlıyor. Az ilerisinde adamın eşi ve bebeği perişan durumda. Aç olan kadın ve bebeğine yardım için Brengeri arkadaşlarından birkaç kuruş toplayarak kadına veriyor. Yüz metre ilerleyince iki silâh sesi duyuyor ve geriye dönüp baktığı zaman, kadına para verdiğini gören Yunanlı çapulcuların parayı elinden almak için kadın ile bebeği öldürdüklerini görüyor.
Brengeri, Korent'teki soykırıma tanık olan birkaç yabancıdan biridir. Brengeri, bir erkek, bir kadın, iki çocuk ve hizmetkârları ile kıstırılan bir Türk ailesinin, gözlerinin önünde Yunanlılar tarafından nasıl öldürüldüklerini nefretle izlemiştir. Yunanlılar, çocukların annelerini öldürmeden önce, yüzündeki peçeyi yırtarak neye benzediğine bakmak istemişler. Brengeri kadını serbest bırakmaları için rica etmiş, Yunanlılar "Bize elli kuruş verirsen serbest bırakırız." demişler. İtalyan yabancı arkadaşlarını kadın ile Yunanlıların yanında bırakarak tanıdığı bir bakkala gidip 50 kuruş borç alıp vermiş. Bu defa "Veririz, ama çıplak veririz.." diyerek kadını çırılçıplak soymuşlar. Daha yüzlerce Türk kadını, Yunanlı eşkıyalar tarafından yabancılara satılmıştı.
Atina'daki Akropolis Kalesi, Yunanistan'daki kalelerin en ünlüsüydü. Bir yıldan fazla, 1150 Türk bu kutsal mabedin yıkıntıları arasında unutulmuş, kaderleri ile baş başa yaşıyorlardı. Yunan hayranı Avrupalıların kurduğu ve Türklerle savaşmak için Yunanistan'a gelen "Yunan Hayranları" birliği hariç, bu zavallıları kimse rahatsız etmiyordu. Yunan medeniyetinin hazinesi "Akropolis Tapınağı"nı, Türklerden alıp Yunanlılara vermek isteyen "Yunan dostları" bir gece kaleye saldırmış, püskürtülmüşlerdi. Türkler, Akropol'ün tepesinden aşağıya baktıkları zaman boğazlarını zevkle kesmeye hazır insanlar görüyorlardı.
Bu bir avuç Türkü ne kuşatma ne düzenli saldırı yenememiş, susuzluk yenmişti. 1821 kışı olağanüstü yağışsız geçmişti. Kayalara oyulmuş sarnıçlar kurumuştu. Haziran ayında, Türklerin içecek tek damla suları kalmamıştı. Bunu fırsat bilen Yunanlılar, kaleyi teslim şartlarını ileri sürdüler. İstedikleri, Türklerin silâhlarını ve paralarının yarısını Yunanlılara bırakmaları idi. Buna karşılık gemilere binerek Türkiye'ye gitmelerine izin verilecekti.
22 Haziran 1822 günü Akropol Kalesi'nin kapıları açılınca, içeriden çıkanlar artık savaşçı değil "Bir yudum su… bir yudum su..." diye yalvaran, sürünerek ilerlemeye çalışan zavallılardı. Bunlardan sadece 180'i silâh taşıyacak yaşta erkeklerdi. Geri kalanlar civar köylerden gelip kaleye sığınan yaşlılar, sakatlar, kadınlar ve çocukları oluşturuyordu. Bunları götürecek gemi yoktu. Türk esirler, Akropol eteğindeki "Adrian" mabedinin avlusuna yerleştirildiler. İki gün onlara dokunan olmadı. Ondan sonra Yunanlı çapulcuların saldırısı başladı. Türkleri sığındıkları yerden atarak, sokaklarda kovalamaya başladılar. Bunlardan, çoğunu hasta, zayıf ve kadınların oluşturduğu 400 kişi öldürüldü. Kurtulanları, Atina'daki yabancı konsoloslar, himayelerine aldılar."
Yunanistan'ın devlet olmasına yolu açan "1821" ayaklanmasının gerçek yüzünü, olaylara tanıklık eden yabancıların anılarından okuduk. Bu yabancılar, hayranlık duydukları Yunan medeniyetine hizmet için savaşmaya gittikleri Yunanistan'da, "barbar", "ilkel", "uyuz", "pis", "aç gözlü", "kaşarlanmış hırsızlar" diye bahsettikleri eşkıyalarla karşılaşmış, düş kırıklığına uğramışlardı.
1821'den, 1832'ye kadar, on bir yıllık dönemde, olaylar ardı ardına aynı tempo ile devam etti. Yunan yarımadası üzerinde çok Türk kanı döküldü. Dökülen kan sadece Türk askerinin kanı olsaydı, olaylara farklı açıdan bakılabilirdi. Asker savaşır, ya ölür, ya öldürür bu onun görevidir. Ama dökülen kadın, ihtiyar, çocuk gibi aciz insanların kanı olursa, o zaman buna "katliam" denir. Yunanlıların, "katliam" değil, "toplu katliamlar" yaptıklarını yabancı kaynaklardan öğreniyoruz. Ve gene aynı kaynaklar, Yunanlıların, "katliamları" dünya kamuoyuna, Yunanistan'ın ve Hıristiyanlığın zaferi olarak nasıl yutturduklarını da yazıyorlar.
İŞTE, BUGÜN AB UĞRUNA TAHAMMÜL ETTİĞİMİZ YUNAN GERÇEĞİ BUDUR.
Cem Başar/Araştırmacı-Yazar
---
"HAYATTA YEGÂNE VARLIĞIM VE SERVETİM, TÜRK OLARAK DOĞMAMDIR."
“BU MEMLEKET TARİHTE TÜRKTÜ, HÂLDE TÜRKTÜR VE EBEDİYEN TÜRK OLARAK YAŞAYACAKTIR.”
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
--- "Doğduğunuz zaman siz ağladınız, dünya güldü. Öyle bir hayat yaşayın ki, öldüğünüzde dünya ağlasın, siz gülün" Cherokee atasözü.